MASKELER SÜVARİLER GACILAR
KİTAP KÜNYESİ
Selek, Pınar (2014), Maskeler Süvariler Gacılar- Ülker Sokak: Bir Alt Kültürün Dışlanma Mekanı, Ayizi
Arakne: Pınar
Selek’in akademisyen olduğu bölümde okuyup ondan bir ders alamamış olmak beni
hep üzmüştü- Neyse ki bu kitabı yazmış da bu özlemim son bulabildi! Okurken
kendimi güzel bir derste gibi hissettiğim bu eser, Pınar hocayı bu ülkeden
kaçırtan sözde “adalet” sisteminden de ne kadar nefret ettiğimi bana tekrardan
hatırlattı- çünkü ondan ders alma ayrıcalığımızı elimizden aldılar!
Türkiye
tarihinin –maalesef- trajedilerle dolu geçmişi içinde pek çok dışlama hikayesi
barındırıyor ve Selek bu hikayelerden Ülker Sokak olaylarını seçerek bize
aktarıyor. Bu sayede “egemen tarih yazımı” içinde kaybolmuyor yaşananlar ve biz
bir alt kültürün dışlanma tarihini, bütün sosyolojik yönleriyle beraber,
okuyabiliyoruz.
Daha
önsözde Yasemin Öz’ün “ad kullanma” ile ilgili yazdıkları kitap için de çok
önemli bir durak aslında. “Kendi adınızla var olmak ne zaman önemlidir? Eğer
adınız yasaklanan bir dilde ise, eğer adınızla var olmak yerine lanetlenmekten
kurtulmak için adınızı gizlemeniz dayatılıyorsa, eğer kimliksizleştirmeye karşı
kimlik mücadelesi ise, eğer varlığınız unutturulmaya çalışılıyorsa, görünmezliğe
itiliyorsanız (sf: 13)”. Adımız, Gilead’da başka adamların varlığı üzerinden
tanımlanırken (Of-fred, Of-glen vb.) önemli mesela. Ya da kadınların soyadı
mücadelesinde (her ne kadar yine ataerkil bir aktarım da olsa baba soyumuzun
adını bırakmak istemiyoruz, kütük zaten gidiyor elden, bari soyadımızı
bırakın!). Yeni dünya düzeni kimlikleri işlevsizleştirirken de arada
kimliğimizi hatırlamamız gerekiyor (sf: 68). Eşcinsel hareketteki “kendini
açığa çıkarma”da aslında bir kimliğinle var olma durumu. Gizlemenin psikolojik
bedelinin ağır olduğu kesin, kendi varlığıyla toplum arasındaki gerilimde
yalnız ve güçsüz hissedebiliyor insan. Açığa çıkma ise örgütlenme ve birlikte
hareket etme imkanı sağlıyor (sf: 64). Bu kitabın kendisi de adıyla var olmaya
çalışan eşcinsel hareketin bir izdüşümünü sunuyor bize. Evet, queer teori bize
diyor ki özgürleşmek için kimliksizleşmek lazım. Fakat kimliğiniz sistematik
bir baskı altında olduğu durumlarda kimliğinizin unutulmaması için onu
savunmanızı kim eleştirebilir ki?
Ataerkil-kapitalist-heteroseksist-militarist
kuşatma altında yaşamak zor kitabın vurguladığı gibi. Hakim kültür bu öğelerden
oluşuyor ve kendi sesini yaratıp politik bir özneleşme sürecinde olan eşcinsel
alt kültür bu sistemin karşısında yer alıyor (sf: 37-38). Kadınlık ve
erkeklikten beklenenlerden birini bile yerine getirmeyen trans ve travestiler
ise cins kimliklerini sarsıyorlar ve toplumun dışına itilip duruyorlar (sf: 44).
İki cinsiyetten birisine geçerek kalıpları, alışkanlıklar yumağını aşıyorlar ve
binlerce yıllık bir tarihi bırakıp bir diğerini sırtlıyorlar (sf: 73). Farklılığın
oluşturduğu dışlanma, eşcinselleri kendi aralarında dayanışmaya, birlikte
yaşamaya ve ortak tavır almaya götürüyor (sf: 46).
Neyse
ki dışlanmaya karşı dayanışıyoruz. Peki neden dışlıyoruz? Bunun üzerine de
düşünmek gerekiyor. Şiddetin bir türü olan dışlanmayı “ötekine” karşı
kullanıyoruz. Trans bir kadının dediği gibi: “Herkes bizi dışlayarak kendisini
daha çok normal hissediyor (sf: 104)”. Bu bahsedilen normallik, “öteki”ne karşı
tavır alışımızla beliriyor. Bauman (2017, sf: 53) “iç grup” ve “dış grup”
ayrımından söz ederken “biz” ve “onlar” ayrımı yapar. Hatta der ki “Sanki bir
yerde kendimi evimdeymiş gibi güvende hissetmem için yabanıllığın saldığı
korkuya ihtiyaç duyarım. “İçeri”nin değerini gerçek anlamda vermek için bir “dışarı”
olmalıdır”. Kendi kimliğimi belirginleştirmek için bir ötekiye ihtiyaç
duyuyorum (bu durum göçmen karşıtlığında kendisini çok net gösterir. İşin en
kolayı bir yabancının karşısına kendini konumlandırmak, çok kolay olduğu için
de göçmen karşıtlığı çok yaygın. Bu yabancı hakkında bazı şeyler de bilirim,
eğer onun hakkında hiçbir şey bilmesem “herhangi biri” olurlardı. Ama göçmenin
benden olmadığını bilirim. Bir de sürekli, davetsiz bir şekilde benim görüş
alanıma girerler. Onları yakın çevremde görürüm. Gördüğüm ve dinlediğim
insanlardır, böylece onlara hem öfkemi yönlendirebilirim, hem de onda olan
özelliklerin tersi üzerinden kendimi kurgularım [Bauman, 2017, sf: 66]). Burada
bireysel bir tanımlamadan bahsederken aslında şöyle de bir gerçek var, sadece
bireysel kimlik oluşumum için bu dışlamayı gerçekleştirmiyorum, dışlamam için
dışarıdan bir baskı da var! Ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal anlamda
egemen olan gruplar var ve grupların en büyük başarısı kendi çıkarlarına uygun
olan anlamları evrensel kılıyorlar, topluma mal ediyorlar ve bunu
gerçekleştirirken de suç ortakları olarak kullandıkları bazı ezilenlere de
başka ezilenleri dışlatıyorlar (sf: 34). Sistem güzel kurulu, orası kesin. Peki
bu ezilenlerden bazıları neden suç ortağı olmayı tercih ediyor? Adı üstünde,
kendisi de eziliyor aslında. Selek, bu ortaklığın bilinçli bir şekilde belli
bir ideolojiye hizmet ederek mi gerçekleştiğini, yoksa bu kişilerin sadece
başkasını dışlarken kendini kabul edilmiş ve bir şekilde toplumsal uyum oranını
arttırmış mı hissettiklerini sorgulamıştır. Bu çelişki bana çokça “orta sınıf
yanılsamasını” hatırlattı. Yahu, koskoca şirketlerde sadece bir tane CEO
oluyor, ama bir bakıyorsun herkes CEO olma hedefinde! Bu hayal doğrultusunda
asıl gerçeği, emeğini satarak bir işte çalıştığını, asla o sermayedar gruba
dahil olamayacağını unutuyorsun. Amerikan rüyası tam da buydu zaten, değil mi?
Bir gün sen de sömüren olabilirsin olasılığını canlı tut, bu sırada sömürmeye
devam et!
Ötekiyi
bariz bir şekilde dışlayanların yanında bir de dışlanmaya ses çıkarmayanlar var
ki, bu da aynı kapıya çıkıyor. Selek, Yahudi karşıtlarının yanlış ve eksik
olanı fark etmekten korktukları için
bilinç düzeyinde bir tavır geliştirmediklerinden örnek verir. Çünkü eğer fark
ederlerse bir şeyleri değiştirmek zorunda kalacaklardır. Belki bütün bu
sessizliğin altında kötülükten sonra uyum gelecektir beklentisi vardır (sf: 35)
. E, peki bu yolda her şey mübah mı o zaman? Kimse kimseyi kandırmasın, Ahmet
Kaya’ya çatal bıçak fırlatılırken de, Holokost’ta komşularınız tek tek ortadan
kaybolurken de hepiniz oradaydınız!
Holokost’ta
insanlar fiziksel olarak yok edilmişti, bu dışlamanın en uç noktasıydı. Bundan
önceyse içinde daha az nefret barındıran bir yöntem- ayırma/ayrılma gelir (sf:
73). Hatırlayalım, soykırımdan önce Yahudi gettoları vardı. Ülker Sokak
olayları yaşanmadan önce de burada yaşayan trans/travesti bireyler vardı. Selek
Beyoğlu’nu, iç göçün yerleştiremediği, modern sistemin içinde konumlanmayan
onlarca topluluk için bir alt kültürler cenneti olarak tanımlamıştır (sf: 113).
Aslında şehirler metropolleştikçe gettolar da artıyor. Belki eskiden tamamen
fiziksel ayrıma gidilmeden, beraber yaşanabiliyordu “öteki”yle. Selek,
ataerkinin bedenler arası geleneksel ilişki biçimlerini sürdürerek farklı olanı
içerdiğinden bahseder. Bu farklı olan elbette ki onun belirlediği sınırlar
içerisinde kalacaktır. Örneğin aile, kadın bedenini binyıllardır denetim
altında tutmak için kullanılmıştır ve toplumda bu kurumu zedeleyecek yaşam
biçimlerine izin verilmez (sf: 49). Eşcinsellik de tarihsel süreçte belli
sınırlar içinde kaldığı sürece sistem tarafından tolere edilir. Bu sınırlardan
biri de görülmemezliktir. Selek İslam-Doğu Dünyasından örnek verir: onur, bir
şey yapmakla değil, o yaptığın şeyin görülmesiyle, inkar edilmemesiyle
kaydedilecek bir şeydir (sf: 83). Sistem tarafından tolere edilmenin bir diğer
yöntemi de onun silahlarını kullanmaktır. Yazar Zeki Müren ve Bülent Ersoy’un
toplumsal kabul için erkek egemenliğin tüm söylemlerini (milliyetçilik,
vatanseverlik, Müslümanlık vb.) kullandığının örneğini vermiştir (sf: 93-94).
Toplum
bir şekilde bir konsensüse varıyor ve “biz” ve “öteki” bir arada yaşıyor. Ne
zaman bu konsensüste sallanmalar oluyor diye baktığımızda ise karşımıza farklı
pek çok durum çıkabiliyor. Bu bir savaş durumu olabilir, ekonomik krizler olabilir,
siyaset olabilir, kentleşme olabilir, toplumsal birikim (ki toplumsal birikim
de çoğu zaman ekonomik, kültürel, sosyal, siyasal pek çok şeyden etkilenerek
birikir) olabilir vs. Ülker Sokak olaylarında da siyasal fişteklemeden
İstanbul’daki soylulaştırma (gentrification) projelerine, bireysel çıkarlardan
(bkz: Güngör Gider) kolluk kuvvetlerinin yönetimine pek çok bileşeni görmek
mümkün.
Selek,
bir olayda bir araya gelen grupların eyleme farklı anlamlar yükleyebildiklerini
söylemiş. Örneğin iktidarla daha da bütünleşebilir, ya da çelişkilerini
derinleştirebilir de (sf: 36). Ülker Sokak olayları özelinde mahalle grubunun
(kendilerini mahalleli ilan eden gruptan bahsediyorum) her sözleri toplumsal
gündem olunca tabiri caizse nasıl gaza gelebildiklerini okuduk mesela. Burada
iktidarla bütünleşmiş bir grup görmek mümkün. Eh, sonuçta Yunan ordusundan
tutun da Ermeni terörüne, ve pek tabii PKK’ya dair fikirlerini (konuyla bağı
olsun olmasın) söyleyen, insanlara kimlik kontrolü yapıp kimin evine bayrak
asabileceğine karar veren bir güç var karşımızda (sf: 137)! Ama tabii sadece
olumsuz yönüne odaklanmayalım, bu olaylarda iktidarla olan çelişkilerini
derinleştirebilenler de olmuştur. Burada hep Behzat Ç’deki Hayaletin polislere
taş atma sahnesi geliyor aklıma. Kendi oturduğu gecekonduyu yıkmaya gelen
polislere taş atan bir başka polis görüntüsü gerçekten de ilham verici (her ne
kadar düşük olasılık olsa da). Sonuçta bu dünyada da sadece Süleyman Ulusoy’lar
yok! Yeri gelmişken Ulusoy’un incilerinden bazıları analım -sinirimiz bozulacak
olsa da-, karşımızdaki tehlikenin gerçekliğini unutmamak için: “ (Eşcinseller
hakkında konuşuyor) Yalan söylerler, utanacak şeyleri kalmamış, bunlardan her
şey beklenir, bir bayanın nasıl ki en önemli şeyi namusuysa erkeğin de
erkekliği, biri kendi cinsinden birinin altına yatarsa ondan dürüstlük
bekleyemezsin (sf: 143-144). Homoseksüelden lider olmaz, sanatçı olabilir. Çünkü
en önemli şeyini yitirmiş her şeyini
yitirmiş, güvenilmez (sf:145)”.
Ülker
Sokak olayları gibi pek çokları tarih boyunca hep yaşandı, yine yaşanacak da.
Çok fazla bağlamı içerisinde barındıracak yine. Nasıl ki 6-7 Eylül olaylarını
Varlık Vergisi uygulamasından bağımsız düşünemeyeceksek, Ülker Sokak olaylarını
da Habitat’tan bağımsız ele alamayız. Sebepleri yıllarca tartışırız belki, ama
sonuçları çok açık: nefret suçları! Neyse ki Selek gibi yazarlar sayesinde
yaşananlar unutulmayarak tarihe not düşülüyor ve nefrete karşı nerede
konumlanacağımız sorusunun yanıtını her seferinde bu aktarımlarda bulabiliyoruz.
Kendi adıma teşekkürü bir borç bilirim!
Kaynakça
Bauman, Z. (2017), Sosyolojik Düşünmek, İstanbul: Ayrıntı.
__________________________________________________________________________
Özge: Merhaba sevgili okur, uzun zamandır iş güç meşgalesi, hayat gailesi derken yazı yazmamıştım. Bu işin içine beni dâhil eden ‘’Kadın Okuma Grubu’’mun sevgili üyeleri, değerli kadın arkadaşlarıma bir kez daha huzurunuzda teşekkür etmek isterim. Öncelikle bizler; 3 yıl önce bir araya gelmiş, toplasan bir elin parmağını geçmeyecek kadar az sayıda bir grup kadının, iki haftada bir kitap okuyup tartışan şahsına münhasır bireyleriz. ‘’E ne oluyor yani?’’ derseniz, bilinç yükseltiyoruz. Kişisel olanın politik olduğunu gözler önüne seriyoruz. Sadece bizim başımıza geldiğini düşündüğümüz şeyleri paylaşınca ‘’Aa sadece benim başıma gelmiyormuş.’’ diyoruz ve rahatlıyoruz. Orada utanmadan sıkılmadan her şeyi konuşabileceğimizi biliyoruz ve bu bize müthiş iyi geliyor. Bu arada kitaplarımızı sene başında toplanıp ortak karar ile seçiyoruz. Yıllık bir liste oluşturunca da okumaya başlıyoruz. Bu 3. döngümüz. Belki bir sonraki toplantıda sen de aramızda olursun. Ne de olsa bir ekran kadar uzağız artık birbirimize. Kendi sorunlarının, diğerleri ile ortaklığını görebilmen için biz buradayız. J
İlk
kitabımız sevgili Pınar SELEK’in ‘’MASKELER, SÜVARİLER, GACILAR’’ kitabı oldu.
Bu benim ilk Queer okumamdı. Çok şey öğrendim, çok şey hissettim. İzninizle
paylaşmak isterim. Eğer benim gibi daha önce hiç Queer okuması yapmadıysanız,
kanımca bu kitap iyi bir başlangıç olabilir. Neden mi? Dili basit, anlatım açık
ve anlaşılır, teorik bir kitap değil ve terimler içinde kaybolmuyorsunuz. Tam
tersi adeta kitap sanki sizin mahallenizde geçiyor gibi. Sanki İstanbul –
Cihangir – Ülker Sokak’ta siz yaşıyorsunuz da her şey gözünüzün önünde olmuş.
İşin güzel tarafı tüm duygu yoğunluğu size de geçmiş ki hafif bir sızı da eşlik
ediyor size kapalı kapıların ardındakileri okurken. Kitap su gibi akıyor ama
çamur tadı bırakıyor da desek yeri hani. Toplumun lütfedip bize biçtiği
rollerde yaşamak istemeyen bireylerin bunu dile getirmesi ve istediklerini
alması en doğal hakkıdır diye düşünüyorum, ha öyle değilse bile olmalı. Herkes
nasıl yaşayacağına, ne olmak istediğine, kimi sevmek istediğine bırakın da
kendisi karar versin. Kime ne?
Tarih
boyunca şiddet hep var oldu, bir yerlerde hala da var olmakta. Ama yapmamız
gereken onu görünür kılıp tekillikten çıkarmakken, biz genelde unutmayı tercih
ediyoruz, görmemiş gibi yapıyoruz. Ataerki altında ezilen ötekilerden sadece
bir alt kültür olan ‘’Transları’’ işleyen bu çalışma, bir amaca aracılık
edebilmek için ele alınmış. ‘’Unutmayalım.’’ diye. ‘’Bakın burada böyle bir şey
oldu.’’ diyebilelim diye. Ülker Sokak da 1996 yılının Haziran ayında ‘’Bir Alt
Kültürün Dışlanma Mekânı’’ olarak seçilmiş. 1996 yılının Haziran ayında,
istediği hayatı yaşamak için ne olursa olsun direnen insanların camları tuzla
buz oldu. Pencerelerinden dışarı bile bakamadılar. Her zaman en çok para kazandıran
müşterileri olan bakkal, ekmek vermedi. Kendilerine benzemedikleri için taşa
tutulan, yaşam alanlarından kovulan insanlar canhıraş bir hayat mücadelesi
verdi. Bir önceki gece farklı hayat tecrübeleri peşinde koşan kapıcılar, o
sabah mahallenin huzurunu bozduklarına inanılan grubun karşısındaydı. Ev içine
hapsedilenler direnemediler, bölündüler, parçalandılar. Kendi içlerinde
kızdılar ve kırıldılar. Her biri bir yere dağıldı. Ben sadece 3 yaşında ve her
şeyden bihaberdim. 25 yıl sonra bu kitap sayesinde Ülker Sokak’ı ve onun
yaşanmışlıklarını okudum ve bildim. Unutmadım, bilakis öğrendim, çoğaldım. Bu
beni çok iyi hissettiriyor. Belki siz de aynı hissi yaşarsınız diye söylüyorum.
Tarihin sadece zaferlerle kuşatılmış şanlı kesitlerini seçip ‘’İşte benim tarihim
bu!’’ diye sarılamazsınız. Hakikatin varlığından haberdar olan Pınar Selek
şöyle diyor;
‘’İnsanı ve onun toplumsal tarihini sadece
kapsadığıyla değil; dışladığıyla birlikte okumak gerekir.’’
Çok
iyi bildiğimiz, tanıdığımız, ekran karşısında kahkaha ile izlediğimiz sevilen
isimler her defasında mevcut seksist sistemi yeniden üretirken eğleniyoruz da
arkasında yatan hakikatten haberdar değil miyiz yani? Onlar kendi istedikleri
kimlikleri ile var olabiliyorsa, neden ÖTEKİ var?
İnsan
düşünüyor dostlar.
İzlemeden olmaz!
Ma Vie en Rose – ( Pembe
Hayatım) bu filmi izlemenizi çok isterim. Belki bir gün bunu
da konuşuruz.
Sevi
ile kal yeni dostum.
__________________________________________________________________________
Kdt: Nefret ve dışlamanın somut bir hali Ülker Sokak. Aynı zamanda da büyük bir iki yüzlülük hikayesine tanık oluyor insan. Kira fiyatlarını artırmadıklarında evinde yaşayan travesti ve transseksüeller bir anda düşman kesilen bir kadın: Güngör Hanım. O zamana kadar ‘’sokağın namusunu’’ tehlikeye atabilecek bir durum yokken o andan sonra tam anlamıyla bir can pazarı yaşanıyor.
Sokağı
temizlemek için ülkücü gençler sokak başlarında masalarına oturuyor, bayraklar
asılıyor, camlar kırılıyor... İnsanları zorla sokaktan sürmek için ellerinden
ne geliyorsa ardına koymuyor gerçekten kimse.
Devlet
ve polis gücüyle travesti ve transseksüel bireyler şiddetin (belki de hortumun)
elli tonuyla sokaktan kovulmaya çalışılıyor…
96
senesinde bu sokakta yaşananlar birçok insanda onarılmaz yaralar bıraktı.
Ülker
Sokak tek değil. Daha nice sokaklar, caddeler mekanlar var nefret söylemleri
ile yaşamak için çabalayan insanlarla dolu. 96’nın üstüne çok zaman geçti ama
hala bu dışlama devam ediyor.
Bir yanda Bülent Ersoy tüm ülkenin sevgisini
kazanmaya devam edip, hükümetle iftar sofralarına oturmaya devam ediyor diğer
yanda ise trans ve transseksüel bireyler nefret söylemleri ve dışlamalara karşı
direnip insanca yaşamak için savaş veriyorlar…
Yorumlar
Yorum Gönder