DEMOKRASİNİN CİNSİYETİ







Y.B.: “Politik Düşüncenin ortaya çıkışından beri demokrasi ya bir karabasan ya da bir düş olarak var oldu” cümlesiyle başlayan kitabımız alternatif politikalar ve farklı demokrasi görüşleri ile yola çıkarak Kadın’ın demokrasideki konumunu ve katkılarını sorgulamamıza yardımcı olmaktadır. Eşitlik ile demokrasi üzerine yapılan yüzyıllık tartışmalar Kadınlar yokmuş gibi sürdürülmüştür. Kadınlara özgürlük, eşitlik ve insan hakları( rights of man!) gibi kavramlarda da yer verilmemiştir. Ancak Politika ve demokrasi cinsiyetsizliştirilerek herkesi dahil ederek yeniden düşünülmelidir. Kadınların politika sahnesine katılmaları sadece oyuna katkı sağlamayacak aynı zamanda zorunlu olarak oyunuda değiştirecektir. Kadınlar “kadınların, hükümet tartışmalarında kendilerine hiçbir şekilde doğrudan yer verilmeden keyfi bir şekilde yönetilmeleri yerine, temsilcilere sahip olmaları gerektiklerini” söylediklerinde dünyayı yeniden yaratmak istediler. 

 Kitap feminist ile demokratik kuram arasındaki ilişkiyi katılımcı demokrasi, temisli demokrasi, liberal demokrasi, yurttaş cumhuriyetçiliği üzerinden sorular sorarak tartışmaktadır. Feminist eleştirileri özetleyerek Katılımcı demokrasinin özel önemine ve katılım düzeylerinin artırıldığında oluşan gruplar arasındaki eşitlik dengesizliğine, Evrensel ile birey arasındaki gerilime değinmiştir. Ve kadın hareketi tarafından belirlenen gündemleri ele almaktadır; yerel ve ulusal politikada kadınların yetersiz temsil edilmeleri; kamusal/özel ayrıının cinsiyetsizleştirilmesi ve çağdaş kadın hareketlerinin katılımcı demokrasi olarak deneyimi. 

“Kişisel olan politiktir” sloganıyla Kadınlar bir zamanlar kişisel varoluşun mahremiyetinde gizlenen şeyler birer kamu meselisidir ve olmalıdır demişlerdir. Cinsiyete dayalı işbölümü ve iktidarın cinsiyete göre dağılımı, sınıflar arasındaki ilişkiler yada uluslar arasındaki görüşmeler kadar politikanın parçasıdır, mutfaklarda ve yatak odalarında olup bitenler politik değişim talep etmektedir. Feminizm demokrasi tartışmalarında; aile alanını, eviçi alanı, “özel” alanın dönüştürülmesi; evdeki cinsiyet ilişkilerini demokratikleştirerek, demokratik bir toplum hazırlamaya önemli katkıda bulunmuştur. İktidar her yerde ve her zaman vardır, “kişisel olan poliktir” demekle demokrasi heryerde olduğu kadar hanede de önemlidir çünkü hanede eşit olmayan bir iktidar sözkonudur der Philips.
 Kadının özgür olduğu yeni bir dünya inşasında bizlerde yaptığımız okumaya dair fikirlerimizi sizlerle paylaşmak istedik. 
Herkese İyi Okumalar Diliyoruz 😊 

______________________________________________________________________________
 Özge: Merhaba sevgili okur, Bu hafta demokrasinin cinsiyetini konuştuk. Masada çok fazla soru vardı. * Eğitim, istihdam ve siyasette eşitlik arayışında ne kadar yol aldık? 
* Kadınlar demokrasinin içinde yer alıyor mu? 
* Parlamentoda kadının yeri nedir? ve bunun gibi çok daha fazlası gündemimizdeydi.
 
Şunu biliyoruz ki eril bakış açısı ile yazılmış olan eril tarih, yasa, kanun artık her ne ile yönetilip sağlanıyorsa bu sözümona düzen, kadınların tarih yapma ve toplumu yapılandırmadaki rollerini her zaman yadsımaktadır. Peki, bu nasıl kırılır, bunu kırmak için binlerce yıldır kadınlar ne yaptı? diye sorduk ve başladık okumaya. Demokrasi üzerinde hiç düşünmediğim şeyler düşündüm bu okuma sırasında. Demokrasi de tıpkı kadın hakları gibi yine bize altın tepside sunulan bir yönetim şekli oldu. Yani demem o ki; böyle bir dünyaya gözümüzü açtığımız için bunun zaten olması gereken olduğunu düşünüp değer kıymet bilmediğimizi düşünüyorum. En son hangi davranışımda demokratik davrandım ya da hakikaten ben demokratik ülkede mi yaşıyorum? diye sordum kendime. Ev içi demokratikleşme ne demek? bunu düşündüm. Çünkü bunlar hiç görünmez evlerimizde. İşler hep bölünmüştür. Baba işten gelir, pijamasını giyer ve yemek bekler televizyon karşısında günün yorgunluğunu atarken. Anne kahvaltıdayken başlamıştır akşam ne pişireceğini düşünmeye. Yemek, temizlik, çamaşır, bulaşık ve bakım derken bir kahve içip oturamadan akşam olup yemek vakti gelmiştir. Hani ev içi demokratikleşme? İşlerin cinsiyete göre bölünmesi mi? Bunlar görünür kılınmak zorunda. Çünkü gerçek şu ki; evdeki cinsiyet ilişkilerini demokratikleştirmezsek, demokratik bir toplumun temelini hazırlayamayız. 

Hadi çıkalım evden ve biraz da ülke bazında düşünelim. Her 5 yılda bir, sandık başına gidip bir kutucuğa damga basınca ben demokratik bir vatandaş mı oldum? O zaman sabit aralıklı kullanılan bir hak benimkisi. ‘’Demokrasiyi hepimizin şiddetle istediği, ama hiçbirimizin üzerine söyleyecek çok fazla sözü olmadığı bir şey olarak düşünüyorum. ‘’ diyor yazar. Kulağa çok mantıklı gelmiyor mu? Sanki dilimize pelesenk etmişiz ama içi boş, hele gün geçtikçe daha da boşaltılıyor. İnsanlar yaşamlarını doğrudan etkileyen kararlara katılma ihtiyacını hissederler ve bunu isterler. Peki, en son ne zaman bir kararda söz sahibi oldunuz? Mesela ben söyleyeyim, 9 ay önce bana haber verilmeden kısa çalışma ödeneğine başvuran iş yerim, benim yaşamımı doğrudan etkileyen bu kararı bana haber bile vermedi. Oysaki biz sözde demokratik bir işyeriydik. ‘’Başkalarıyla ortak bir etkinliğe giren her kişi, o etkinlikle ilgili kararların alınmasına katılma konusunda eşit bir hakka sahiptir.’’ diyor Carol Gould kitabımızda. Etkileyici bir gerçek bu da. 

Gelelim bizim toplantımıza. Öncelikle dünyadaki ardından kafamızdaki belirsizlikleri düşünerek konuyu kadınların demokratikleşme sürecine çevirdik. Gerçekten istenilen sadece eşit oy hakkı mıydı? Yoksa daha temelde bir eşitliğe mi ihtiyacımız vardı? 1934’ten bu yana kadınlarımız seçme ve seçilme hakkına sahip. Peki, kaç tane kadın cumhurbaşkanı oldu, kaç tane kadın bakan oldu, kaç tane kadın milletvekili mecliste bizim için konuşuyor? Neredeyse bu hakkın 100. Yılını kutlayacağız ama oranlar hala çok düşük ve sadece göstermelik. Bugün hala partiler kadın kotasının yükseltilip yükseltilmeyeceğini konuşuyor. Bu ayrımcılık nerede başladı ve neden erkeklerin yeri orasıymış da kadınlar sonradan izinlerle, kotalarla orada bulunmaya hak kazanmalıymış gibi görünüyor? Bunu anlamakta güçlük çekiyorum. Neyse ki yazarımız Anne Phillips yaptığı detaylı araştırma ile bizi hem diğer ülkelerdeki gelişmeler ve çalışmalarla buluşturuyor; hem de yine ve yine burada da yalnız olmadığımızı gösteriyor. Dünyanın tüm kadınları, bunu bilmek çok güzel hissettiriyor. Yalnız değiliz! 

__________________________________________________________________________
Luna: Uzun zamandır okurken bu kadar zorlandığım bir kitap olmamıştı. Okuma grubumuzun odak konumuzu yani kadını olabildiğince, mümkün olan her bağlamda incelemeye alması sebebiyle listemize aldığımız eserlerden biriydi Demokrasinin Cinsiyeti. Kitap politik süreç ve işleyişi bunun yanında da kadının bu sürece nasıl ve ne şekilde dahil olabileceğini tartışmış. Şahsım adına keyif aldığım bir alan değil politika fakat ‘kişisel olan politiktir’ sonuçta ;)
__________________________________________________________________________
Kdt: Toplumsal cinsiyet algıları, kadını bir çok alandan geri tuttuğu gibi demokrasiye katılımını da oldukça ertelemiştir. Kadının yeri ve alanın erkek tarafından belirlenmiş sanki kadın hiç yokmuş gibi davranılmıştır. Yine erkek tarafından belirlenmiş bu yaşantıda kadının sorunları ve hakları erkekler tarafından konuşulup karara bağlanmıştır. Kadınlık ve kadınlar üzerine neredeyse ağzı olan herkes konuşmuş, kadınlar hariç. Farklı bir iktidar anlayışı ve farklı bir ahlaki bakış açısının gerekliliği, eril olmayan bir şeylerin gerekliliği ve tüm bu gerekliliklerin bizi ulaştırdığı yerde de kadının da politikada yer alması şarttır.

 ‘’Feministler –kendi aralarında ve yeterince sık bir biçimde kendi içlerinde– cinsiyetin konu dışı hale geldiği bir dünya için mi, yoksa cinsel farklılığın artık bizi eşitsiz kılmanın bir temeli olarak etkide bulunmadığı bir gelecek için mi mücadele etmek gerektiği konusunda her zaman anlaşmazlığa düşmüşlerdir.’’ Sanırım bu okumanın en önemli sorularından birisi buydu. 

Hangisi önce gelmeliydi? Cinsiyetin konu dışı olacağı bir dünya mı yoksa kadın farkındalığı ile eşit bir gelecek şekillendirmek mi? Düşüncem o ki; önce kadın varlığını kabul eden ve hayatın her alanında gerekliliğini ve önemini vurgulayan bir gelecek inşa edebilir ve erkeklerde eşit platforma gelebilirsek sonrasında cinsiyet konu dışı hale kendiliğinden gelecektir. 

__________________________________________________________________________
Arakne: Sorular, sorular, sorular… Cevabı verilemeyen, cevapları üzerinde ortak karara varılmamış sorularla bizi her seferinde vuran Phillips, kitabına da en kritik soruyla başlamış: Feministler ne için mücadele ediyor? Cinsiyetin konu dışı hale geldiği bir dünya mı? Cinsel farklılığın artık bizi eşitsiz kılmanın temeli olarak etkide bulunmadığı bir gelecek mi (sf: 17)?

 Yanıt yazar için net aslında: cinsel farklılaşma vurgusu gerekli ama geçici olmalı. Demokrasi yüzyıllarca süren ezilmenin yarattığı dengesizliği onarmak için hareket etmeli (sf: 20). Yani aslında eşitlik sağlanana kadar pozitif ayrımcılık! Bu eşitlik de farklılıklarımızla var olabileceğimiz, tektipleşmemiş bir eşitlik! İhtiyacımız olan eşitliğin anlamını yeniden kuracak radikal bir cinsiyet/toplumsal cinsiyet çoğulculuğu (sf: 54). 

Siyaset biliminin terminolojisinin karmaşıklığıyla ilerlerken çok tanıdık başka bir soruyla karşılaşıyoruz: Demokratik bir politik sistemin asgarisi nedir? Özgürlük diye tanımladığımız şey 4-5 yılda bir gelen bir sorumlulukla (gerçi Türkiye’de bu süre oldukça artabiliyor. Bir ara genel seçimdi, yerel seçimdi, referandumdu derken 23243 tane oy kullandık sanırım) oy kullanmaksa kullanıyoruz ve hepsi “demokrat” olduklarını iddia eden hükümetleri seçiyoruz. Her hükümet en demokrat! Peki “kime demokrat”? Vallahi bana değil!

 Ve bu demokraside sıklıkla karşıt çiftler karşımıza konuluyor. Ya şunu seçersin ya şunu! CHP mi, AKP mi? CHP’ye oy vermemeyi tercih edemezsin, böyle yaparsan oyları bölersin, yani AKP’ye oy vermiş olursun! Haydaaaa!!! Her yer siyah ya da beyaz! Griler nereye gitti? İşte burada feminizm devreye giriyor ve bize diyor ki “iki taraftan birini seçme zorunluluğunu değiştirelim”. Çok daha ferahlatıcı bir tercih. Politik tercih sadece bir siyasi partiyi seçip ona oy vermekle bitmiyor, bunu söylüyor aslında feminizm, bizim politik tercihlerimiz hayatımızın görebileceğimiz her alanında kendini gösteriyor. Demokratiklik, özgürlükçülük sadece bir damga basıp geçtiğimiz oy pusulasında değil, her yerde. O pusulada bir partiye ya da kişiye onay verdikten sonra işim bitmiyor ki. Sonrasında takip etmeliyim, bu parti veya kişi ne yaptı, yanlış yaptıysa sorgulamalı-hesap sormalıyım. Gün geçtikçe ekonomi, politika, kültür, her şey değişiyor, bu değişimi de takip etmeliyim. Takip edip bildikçe ona göre yorumlar yapabilmeliyim. E, kişisel olanın politik olduğunu da keşfettik sonunda, demek ki dur durak yok, mücadeleye devam. Kim bilir, belki de aktif siyaset budur?

 Aktif siyaset noktasına geldiğimizde Phillips iki önemli tespitle çıkıyor karşımıza. Bunlardan ilki eşit oy hakkının, politik kararlar üzerinde eşit etkiyi garantilemediği. Çünkü politika için kullanılan kaynaklar (para, ilişkileri eğitim, vakit) bazı grupların (özellikle zengin erkeklerin) lehinedir ve seçimle oluşmayan organların (şirketler, yürütme organı gibi) ekonomik-bürokratik gücü kararların onların belirlediği koşullarda alınmasını sağlayacak kadar büyüktür (sf: 29). Buyurun size ataerki ve kapitalizmin birlikteliği! Yeterli maddiyat, eğitim ve vaktin olmaması kadınların siyasete katılımını, dolayısıyla da politik kararlara etki edebilmelerinin önünde büyük bir engel teşkil ediyor Hatta sadece vakit sorunu bile kadınları siyasetten alıkoymak için yeterli olabiliyor. Antik dünyadan örnek veren yazar erkeklerin kadın ve kölelerden oluşan orduları olduğu için siyaset yapacak bolca vakitlerinin olduğunu söyler (sf: 121). Çok doğru, kadının (ve antik çağ özelinde kölelerin) görünmeyen emeği olmasaydı acaba o amfi tiyatrolar saatlerce siyaset konuşmak için dolabilir miydi? 

 Günlük hayatta karşımıza çıkan o kadar önemli sorun var ki! Çocukları okuldan kim alıyor, yemeği kim yapıyor, bebeğin altını kim değiştiriyor? Ey ahali, sevgili Romalılar, yurttaşlarım, peki havluları kim değiştiriyor (Küçük bir açıklama: 2 yıldır süren kadın okuma grubumuzda ev içi işlerden bahsederken şunu fark etmiştik. Ev içinde gerçekleştirilen her iş belli bir zihinsel ve bedensel emek gerektirir. Dışarıdan bakan bir göz rahatlıkla şunu diyebiliyor: aman canım, bir havlu değiştirmek nedir, yarım dakikalık iş! Sonra bir düşündük hepimiz, bu yarım dakikalık işi neredeyse her zaman kadınlar yapıyor. Kirlenen havluyu fark edip değiştirmek belki fiziksel olarak bizi yormuyor, ama üzerine düşündükçe niye bunu bizim fark ettiğimizi sorgulamaya başlıyoruz. Ve büyük sıkıntı şurada, bu yarım dakikalık işler birikip birikip saatleri bulabiliyor. O yüzden grup olarak bir slogan ürettik ve 8 Mart’taki dövizlerimize de bunu yazmaya başladık: “O değil de, havluları kim değiştiriyor?”)? Bütün bu paylaşımlar aslında son derece hayati politik meseleler. Sadece meclisteki politik alanda değil, burada da eşit oy hakkı işlemeli! Kadınlar ve erkekler arasındaki politik eşitlik, ev içi alandaki özlü değişiklikleri içermeli: çalışma saatleri eşitlenmeli, ev içi iş ve çocuk sorumluluklarında değişiklik yapılmalı, ev içi ve dışını bu kadar eşitsiz bölen modeller kalkmalı (sf: 123-124). 

Yazarın ikinci tespiti seçilen kadınların sayısının artmasıyla kadınların temsil edilme düzeyinin otomatik olarak yükselmeyeceği. Çünkü kadınların temsilinden söz edebilmek için kadınların kendi politikalarını ya da çıkarlarını formüle edebilecekleri mekanizmalar olmalıdır (sf: 33). En azından benim için Meral Akşener’lerin artması kadın temsilini arttırmıyor, çünkü Akşener’in böyle bir derdi yok! Burada yazar yine iki soru soruyor bize: Kadınların çıkarlarının kadınlar tarafından temsil edilmesini mi istiyoruz, kadınların ihtiyaçlarının ve kaygılarının desteklediğimiz parti tarafından temsil edilmesini mi (sf: 90)? Örneğin bu konuda ben, bağımsız feminist adayların kadın sorunu hakkında siyasi platformlarda konuşmalarını önemli buluyorum. Filiz Kerestecioğlu her ne kadar HDP’den milletvekili olmuşsa da bir feminist olarak kadın sorunlarını dile getirmek için çabaladığını her fırsatta söylüyor. Meclis gündemine acil kadın sorunlarını getirmeye çalışıyor. Burada yine temsil sorununa gelebiliriz. Yazar, kadın hareketlerinin ilk yıllarında kadınların, savundukları şeyleri kadınların çoğunun reddedeceğinin tamamen farkında oldukları için temsil edici olmaktan uzak durduklarını söylemiş. Ataerkil direnç her yerde ve dünya tek bir gecede değişmeyecek (sf: 165)! Kadınlar da bunun farkında. Günümüzde bu noktayı aştığımız söylenebilir, feminist taleplerin bazı siyasi ideolojilerde de karşılığı olabiliyor ve feminizm dünyada kabul edilen bir düşünce haline geldi. Bu sebeple Akşener’lerin değil Kerestecioğlu’ların artması benim için çok daha hayati.

 Kadın sorunu devam ettiği müddetçe siyasi örgütlerin “kadın kolları” kurup kadına yönelik politikaları buralarda üretmeleri de devam edecektir, burası kesin. Ama bu demek değil ki bütün “kadın kollları” benim çıkarlarım için çalışıyor. Tam tersine, muhafazakar bir örgütün kadın kolları tam da kendi örgütünün ideolojisi çerçevesinde kadın politikasını şekillendirir ve bu benim çıkarlarımı temsil edecek bir mekanizma olarak işlemez. Benzer şekilde sosyalist bir örgüt de benim çıkarlarımı gözeten bir politika gütmeyebilir. Bu tarz durumlarda benim desteklediğim örgütün kadın sorunuyla ilgilenen bölümlerinin sadece kadınlardan oluşmasını, açüklamalara (mansplaining) maruz kalmadan siyaset üretebilmesini ve kendi örgütünün ideolojisiyle ters düşebilecek kadına dair sorunlar karşısında taviz vermeden ve geri çekilmeden mücadele etmesini isterim. Sanırım yazarın ikili sorusuna benim kendi içimde verdiğim yanıt bu olacaktır. 

Aktif siyasette kadın sorununun bu kadar tartışılabilir olmasının en büyük sebebi tabii ki feminizmin kamusal-özel ayrımını sorgulaması olmuştur. Feminizm projektörlerini aile ve hanenin üzerine çevirerek politikanın içinde oluştuğu mekanları sorgulamıştır. Özel alandaki iktidar ilişkileri görünür kılınmıştır. Yazarın şu keşfi gerçekten müthiş: ne aile kalpsiz bir dünyadaki cennet, ne de sevgili uyum ya da saadetin garantisidir (sf: 126). Demokrasi talebinin daha çok alanı kapsayacak şekilde genişlemesi politikanın yeniden tanımlanmasına, dolayısıyla da demokrasinin yeniden tanımlanmasına aracı olmuştur (sf: 118). Tanımların sınırlarının zorlanmasının ise feminizmin demokrasiye yaptığı en büyük katkı olduğu söylenebilir (sf: 140).
 *** 
Kürtaj hakkında yazarın yürüttüğü tartışma şu zamana kadar üzerine düşünmediğim bir noktaya değindiği için benim için okurken oldukça ilgi çekiciydi. Günümüzün bu eşitsiz ortamında tartışma götürmez bir şekilde kürtaj olma kararı tamamen kadınlarındır. Fakat yazar bize şunu soruyor, eğer ki devlet ve toplum çocukların refahı için sorumluluk üstlenmeye başlarsa ne olur? Çünkü şu anda bize diyorlar ki “Madem kürtaj hakkı sizin, o zaman çocuk sahibi olmayı da siz seçiyorsunuz, o halde çocuk bakımında şikayet etmeyin ve işinizi yapın!” (sf: 132). Toplum ve devlet çocuğun refahını üstlenmeye başlarsa bu kadınların her koşulda doğurması gerektiği sonucuna gitme tehlikesini yaratabilir. Ve birden kendimizi Damızlık Kızın Öyküsü’nün içinde bulabilir miyiz?! Siz yeter ki doğurun da, biz çocuğa elbet bakarız anlayışı. Gerçi şu da bir gerçek ki çocuğun bakımını üstlenmese bile devlet kürtajı yasaklayabiliyor. “Madem doğurmayı seçtin, sen bak” anlayışı daha liberal bir yaklaşımken, “doğurmayı seçmedin ama yine de sen bak” anlayışının faşizan olduğu açık. Bir de işin “doğurun, devlet bakar” ya da “ölün” boyutu var ki oraya hiç girmemek en iyisi (Çünkü Türkiye’nin bu konudaki karnesi korkunç. Recep Akdağ’ın “Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar” ve Melih Gökçek’in “Anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün? Anası ölsün” söylemlerini unutmak mümkün değil). Yani devlet ve erkekler çocuğun refahında tam sorumluluk alacaklarını ve bakımını sağlayacaklarını beyan ettikleri takdirde kendilerinde ne dereceye kadar müdahale etme hakkı görecekler? Bu sorumluluğu hiç üstlenmeyen devletler bile kadının kürtaj olma hakkını ellerinden almaya çalışırken üstlendiklerinde neler yapabilirler? Yani kadınlar çocuk bakımına katılım hakkında daha çok şey talep ettikçe sistem onları daha da çok sıkıştırabilir mi? Bu durumda bir mücadele alanı daha açılır ve bu sefer orada da mı savaşmaya başlarız? Gerçi hayatımızın her alanı bir mücadele, alışığız, onu da yaparız. Ama daha başında net olursak sanırım bir mücadele hattı da oluşmadan engellemiş oluruz: İster çocuk bakımına katılın, ister katılmayın, o çocuk benim bedenimden çıkacak. 9 ay karnında taşıyacak, hormonları, vücudu ve psikolojisi değişecek olan benim! O yüzden ne değişirse değişsin, BENİM BEDENİM-BENİM KARARIM!
 *** 

Kitabın sonlarına doğru yazarın feminist örgütlerin düşünme tarzını ortaya koyuşu ve feminist örgütler içi demokrasi tartışmalarını vermesi bana bir kere daha iyi ki feministim dedirtti! Gerçekten, örneğin bazı siyasi ideolojiler kreş hakkını talep edebilir. Ancak sadece feministler bu kreşlerin niteliği ve örgütlenme biçimi hakkında düşünür! Çünkü feminist hareket örgütlenme biçimleri ve kişilerarası ilişkiler konusunda çok hassas ve daha fazla kreş talebi tek başına yeterli değildir diyor: Bu kreşlerde işçi ve velilere ne kadar söz hakkı verilecek, çocuklar için cinsiyetçi olmayan etkinlikler yapılacak mı, erkekler dahil olacaksa ne kadar olacak, devlet kreşleri fonlarsa bürokratik düzenleme konusunda sıkıntı çıkarır mı, kreşler demokratik ve geliştirici şekilde örgütlenebilirler mi (sf: 138)? Bu noktada şöyle bir itiraz olabilir, bu kitabı okuduğumuz hafta da Çetin Cevizler olarak bunu tartışmıştık: dur bakalım bir, önce bir kreş talep edelim de, bu çok acil bir sorun çünkü, sonra içeriğini tartışırız. Bu bakış açısı bana çoğu zaman sıkıntılı geliyor, bazı sosyalist hareketlerin kadın sorununa karşı “devrimden sonra çözeriz!” bakış açısına sahip olmalarını hatırlatıyor. Hatta şöyle bir şey geçmişti başımdan. Yüksek lisans dersindeydim, bir öğrenci Keçiören Belediyesi’nde gerçekleştirdikleri bir projeyi anlatıyordu. Ev içi iletişimi güçlendirmek amaçlı ailedeki her ferdin kullanabileceği oyun kartları hazırlanmış, herkes kartlarda yazan görevleri yerine getirecek. Örneğin baba, annenin yaptığı yemeği yedikten sonra anneye “eline sağlık” diyecek. Ben bu kartları toplumsal cinsiyet rollerini yeniden ürettiğini düşündüğüm için eleştirmiştim. Aldığım yanıt şu bağlamda olmuştu: Yani, daha ne bekliyorsun, Keçiören’de bu bu kadar olur, ne kadar da radikalsin! Aslında oradaki amacım ne Türkiye gerçeklerinden tamamen uzak bir Pollyannacılık, ne de keskin radikal bir çözüm önermekti (bu arada yanlış anlaşılmasın, keskin radikal çözümler eleştirdiğim değil, sık sık da kullandığım bir tutumdur!). Bir politik talepte bulunurken veya toplumsal bir proje geliştirirken hem nicel şeyler önerip geliştirebilirim, hem de aynı zamanda onun niteliğini geliştirmeye çalışabilirim. Neden birbirinden bu kadar ayrı görüyoruz ki bunları? İlla biri birbirini önceler mi? Bazen “gerçekçi”, bazen değil, her ne olursa olsun, feminizm bana her zaman çok boyutlu düşünmeyi öğretmiştir, teşekkürler dostum! 

Kadın hareketinin iç demokrasi sorunlarıyla ilgili yazarın artı ve eksi özellikteki tespitleri şu şekilde özetlenmiş: Grup sorumluluklarını rotasyona tabi tutan ve herkesin tartışmaya katılımını eşitlemeye çalışan radikal eşitlikçilik, hiyerarşiyi gerçekten azalttı, ama aynı zamanda alınganlığı arttırdı ve sık sık karşılıklı suçlamalara yol açtı. Yalnızca oy kullanmak yerine meseleleri enine boyuna konuşmaya verilen önem, kadınların düşüncelerini yeniden gözden geçirmelerine ve geliştirmelerine imkan sağladı ama aynı zamanda anlaşmazlıkların kabul edilmesini ve çözümlenmesini zorlaştırdı. Formel yapılara karşı direnç, önderlerle yol gösterilenler arasındaki bölünmenin dengelenmesine yardımcı oldu ama aynı zamanda hesap sorulabilirliği imkansız hale getirdi (bu durum aynı zamanda arkadaşlık ağlarına bağlı bir iktidar ortaya çıktığı zaman bu iktidarın görünmez kalmasını ve nadiren sorgulanmasını da beraberinde getirir. Varlığı kabul edilen iktidar demokratik denetim mekanizmasına tabi tutulabilir fakat yadsınan iktidar sınırsız ve kaprisli olabilir [sf: 162]). Herhangi bir üyelik sisteminin olmaması, hareketi daha erişilebilir ve açık, daha teklifsiz ve dolayısıyla bazı kadınlar için daha kolay katılınabilir hale getirdi, ama aynı zamanda herhangi bir temsil iddiasını sınırladı. Toplantının oynadığı merkezi rol kadınların katılımlarının daha dolaysız ve yoğun olması anlamına geldi, ama aynı zamanda katılabilenlerle sınırlı kaldı (sf: 174). Beceri ve sorumlulukların her kadının erişebileceği bir noktaya gelmesi (konuşma yeteneği gibi doğal atfedilen becerilerin sonradan öğrenilebileceği ve aktarılabileceği ortaya çıkmış, kadınlar kendilerini aştıklarını düşündükleri şeyleri yapabilir hale gelmişlerdir) bir üstün bilgi iktidarı yaratılmasını engelledi fakat bu sırada, eşitlik kaygısı nedeniyle bazı işleri daha iyi yapan kadınların vasıfları yadsındı, enerji ve vakitleri boşa harcandı (sf: 154-156). 

Bütün bu tespitleri bir arada görmek oldukça önemli. Negatif ve pozitif yanları birlikte görmek bizim için de kendi küçük grubumuzda belli şeyleri fark etmemizi sağladı. Aslında küçük bir bilinç yükseltme grubu özelliği sergileyen okuma grubumuz, politik amaçlar ve hedeflerin kişisel deneyimde temellendirilmesi gerektiğini kabul ediyor ve ayrı bir politik alan işgal etmek yerine her kadının yaşamından çıkıp ona hitap edebilme özelliğini gösterebiliyor (sf:140). Artı ve eksilerimizi görüp burada demokratik şekilde çalışmak için mücadele ediyoruz. Phillips, bu tarz grupların daha sonra ait olacakları başka bir örgütlenmeyi daha iyiye doğru değiştirmelerine yardımcı olacak güveni, beceriyi ve başkalarının görüşlerine saygı duymayı öğrettiği görüşündedir. “Sivil toplumdaki demokratikleşmiş her forum, bir bütün olarak demokrasi inşa etmeye yarayan yapı taşıdır” (sf: 144-45). Öğretmensek kurumumuzda, STK çalışanıysak kendi örgütümüzde, siyasi parti üyesiysek partimizin içinde, ev kadınıysak kendi sosyal çevremizin içinde, öğrenciysek okulumuzda, müdendis/hukukçu/şirket çalışanı vb. isek meslek örgütümüzde, sporcuysak klübümüzde, sanatçıysak atölyemizde… Bu küçük grup her yere dokunuyor bence ve belki demokrasi inşasındaki o yapı taşlarından biri oluyoruz, kim bilir.

Yorumlar

Popüler Yayınlar